29 Eylül 2010 Çarşamba

Havada, Karada, Suda Katilim Kim?...

Havada, Karada, Suda Katilim Kim?...

clip_image002

Sizce Dünyada hayvanlar olmasa ne olur? Hayvanların nesli tükense ne olur ? Sizce bölüşemediğimiz nedir. Onların resmi tapulu yerleri yok ki? Eğer yaşadıkları yerler onların tapulu yerleri olsaydı insanlar ne yapardı? Bizler onların yaşam yerlerine şehirler kuruyoruz ve onları yaşam alanlarından sürüp yaşama haklarını da elinden alıyoruz. En azında Bütün dünyada  kutlanan 4 ekim günü “dünya hayvan hakları günü” . Biraz düşünsek. Hayvanlar olmadan bizim yaşamımız nasıl olurdu diye..

Sabah çocuğunuza yumurta pişiremezdiniz., peynir, süt gibi temel ihtiyaçlarınızı karşılayamazdınız. Pikniklerde cızbız yapamazdınız. Akılınıza  gelemeyecek bir çok şeyden mahrum kalırdınız. Bulaşıcı hastalıklardan kurtulamazdınız. Eğer Doğal zincir bozulduğunda neler olurdu düşünmek bile istemiyorum..

clip_image004

Bu sene Hayvan Hakları günü kapsamında HAYTAP(Hayvan Hakları Federasyonu) “Havada, Karada, Suda Katilim Kim?...” Teması  ile havada,karada ve suda, insan eliyle işkence gören, sömürüye alet olan, esaret altındaki tüm türlerin özgürlüğüne adıyorlar.

Kısaca Dünyada ve Türkiye’de Hayvan hakları konusundaki sürece deyineyim.

4 Ekim Dünya Hayvan Hakları günü. İlk “Hayvanları Koruma Derneği”ni 1825’de İngilizler kurdular. Daha sonra birçok ülke de kurulan dernekler 1931 yılında toplanarak 4 Ekim gününü  Hayvanları Koruma Günü” olarak kabul ettiler. Dünyada kurulu bulunan Hayvanları Koruma Derneklerinin, 1931 yılında toplanarak 4 Ekim gününü "Dünya Hayvan Hakları Günü" olarak kabul ettiklerini, 21–23 Eylül 1977'de Uluslararası Hayvan Hakları Birliği ve ona bağlı ulusal birlikler tarafından Londra'da Hayvan Hakları konusunda bir uluslararası toplantı düzenlendiğini söyledi. Bu toplantıda da "Hayvan Hakları Evrensel Bildirgesi" kabul edildi.  Daha sonra, gelişmenin Paris'te UNESCO Evi'nde 15 Ekim 1978 tarihinde de törenle tüm dünyaya duyuruldu. Bizde ise İstanbul’da Türkiye Hayvanları Koruma Derneği’nin resmi kuruluş tarihi 6 Mart 1924 olmakla birlikte derneğin temeli aslında 1908 yılında atılmıştı. Sonraları, 1955 tarihinde Ankara’da da kuruldu.

Aslına Bakarsanız, Türkler Orta Asya'da eski çağlardan beri çevre, doğa ve hayvanlarla ilişkiler bugünün ölçütlerine göre bile çok ileride olduğu görülmektedir.Yakın dönem Selçuklu ve Osmanlıda hayvanlarla ilgili olarak neler var diye baktığımızda ise, hem vakıflar yoluyla hem de kişisel olarak hayvanlara olan yaklaşımın çok medeni olduğunu görüyoruz. Buna karşın aynı dönemlerde diğer ülkelere bakıldığında ise hayvanlara ve insanlara yapılan davranışların zulüm ölçeğinde olduğunu hepimiz çok iyi biliyoruz.( http://www.kocaeliaydinlarocagi.org.tr/Yazi.aspx?ID=1139 )

Hem Selçuklu hem de Osmanlı döneminde hayvanların yaşamı üzerine kurulan vakıfların sayısı çoktur. Avrupa’da hayvanlar ve ağaçların kıymeti bilinmezken Türk’lerin bunları korumak için teşkilatlar vakıflar ve hastaneler kurdukları tarihi bir gerçektir. Bu durumu bizzat kendi gözleriyle gören Avrupalı araştırmacılar hayretler içinde kalmışlardır:

“Türk şefkati hayvanlara bile şamildir. Bunları beslemek için vakıflar ve ücretli adamlar vardır; bu adamlar sokak başlarında köpeklerle kedilere et dağıtırlar. Bu hayvanlar o sadakaya alışmış oldukları için besicilerinin seslerini o kadar iyi tanırlar ki işitir işitmez hemen sokak başına üşüşmekte hiçbir zaman kusur etmezler… Kısır ağaçların kuraklıktan kurumalarına meydan vermemek üzere bir işçiye ücret verip sulanmalarını temin edecek kadar hayrat ve hasenatta ileri giden… Müslümanlara da tesadüf edilir. Birçok Türkler de sırf azat etmek için kuş satın alırlar… Kasaplar her gün muayyen miktar kedi ve köpek beslemekle mükellef kılınır. Şam’da hastalanan kedilerle köpeklerin tedavisine mahsus bir hastane vardır.” (Jean Antoine Guer)

 “Türkler canlı ve cansız mahlukatın hepsiyle iyi geçinirler: Ağaçlara kuşlara köpeklere velhasıl Allah’ın yarattığı her şeye hürmet ederler; bizim memleketlerde başı boş bırakılan veyahut tazib edilen bu zavallı hayvan cinslerinin hepsine şefkat ve merhametlerini teşmil ederler.” (Lamartine)( çevreye verilen önem-http://www.harunyahya.org/kitap/seciye/TYS04.html#76. )

clip_image006

Geçmişte hayvan hakları konusunda ciddi adımlar atmamıza rağmen, bu günlerde maalesef karnemiz kırık. Halk olarak şu şekilde bir anlayışımız var” En iyi hayvan ölü hayvan” anlayışı hakim.

5199 sayılı hayvan hakları kanunu olmasına rağmen bu konunun uygulanmaması için ilgili kişiler elden geldiğini yapıyor. Kendini bilmez vatandaş şikayetleri konusunda da Zabıtalara veya dengi ekiplere  emir vererek itlaf yolunu veya toplayarak başka alanlara hayvanları atarak onların aç susuz kalma yolunu tercih ediyoruz.

Av. Ahmet Kemal Şenpolat’ın bir yazısından alıntıyla bitiriyorum. “Bilgililerin ilgisiz , ilgililerin bilgisiz olduğu bu kısır döngüde insanlara gurur, onur , bağımsızlık ve MERHAMET öğretmeden yatırım, kalkınma, ekonomi, ilerleme anlatmak her konuda olduğu gibi yalan ve sahte dünyalarımızda yaşamaya devam etmek istediğimizin , kendimizi kandırmaya devam ettiğimizin en güzel örneği olmaya devam etmektedir.

İşte tüm bu tespitleri gördükten sonra da , hayvan hakkından öteye YAŞAM HAKKINI savunmak o idealist dünyada hayvan haklarını savunan bizlere bile utanç vermektedir.”(Orada kimse var mı?  http://dohayko.org/component/content/section/22.html?layout=blog&start=25)

HAYTAP federasyonun bu yılkı poster ve konuya ilişkin yazısını yayımlıyorum..

 

 clip_image008

 

3 Ekim Pazar günü tüm yurt çapında yapacağımız

etkinliğimizi ; havada, karada ve suda, insan eliyle işkence gören, sömürüye alet olan, esaret altındaki tüm türlerin özgürlüğüne adıyoruz.

Çevre ve Orman Bakanlığı'nı, Tarım ve Köyişleri Bakanlığı'nı, Sağlık Bakanlığı'nı ve yerel yönetimleri görevlerini yapmaya çağırıyoruz!

Yetkililerin, "resmi olarak da" sorumlu oldukları doğayı ve hayvanları korumak zorunda olduklarını hatırlatmak, bu süreçte "yasadışılığın" ortadan kaldırılması için toplanıyoruz.

Hayvanları Koruma Yasası olarak bilinen 5199 sayılı kanunun, acilen değişmesini istiyoruz. Hayvana yapılan şiddetin, işkencenin, idari para cezası karşılığı geçiştirilmesini istemiyoruz! Hayvanlara karşı işlenen tüm haksız fiillerin, "ceza hukuku kapsamına alınmasını", şiddet uygulayan suçluların, mahkemelerde yargılanarak gerekli cezaları almalarını istiyoruz.

Toplumdaki en zayıf halkaya yönelttiğimiz şiddet, aslında hepimize yöneltilmiştir.

Gözlerimizi kapayarak, "Önce insan hakları" diyerek bu sorumluluğumuzu üzerimizden atamayız. Çünkü hayvana işkence, aynı zamanda bir insan hakları ve etik sorunudur.

Soruyoruz: Onların hakkını savunacak mekanizmalar çalışmadığı sürece,

Türkiye uygarlık düzeyine ulaşabilecek mi? (http://www.haytap.org/index.php/201009142861/etkinlikler/katilimi-kim-havada-karada-suda...-katil-aramiizda )

 

14 Eylül 2010 Salı

Türkiye’nin Büyük Çatısı: “Demokratikleşme”ye Doğru Türkiye’nin Çekirdek Ekipleri (2 s)

Beni bu toplantıda En çok etkileyen konu. Dr.Ayla Yazıcı (Psikiyatrist,Psikanalist) 4-7-07-2010 tarihleri arasında Hakkari ilinde yaptığı saha çalışması sonucunda çıkardığı değerlendirmeleri idi.

Bu değerlendirmelerin bazı bölümlerini sizlerle paylaşacağım demiştim. Bu değerlendirmeleri paylaşırken. Bu toplantı hakkında Ekopolitik sitesinde yazı çıktı. Bu yazının linkini de sizlerle paylaşıyorum. (http://www.ekopolitik.org/public/news.aspx?id=4899&pid=11,

Dr. Aylin Yazıcı’nın psikanalitik gözlemlerinden oluşan ve bu ilde yaşayan insanların ruhsal durumuna bir pencere açma amacı taşıyan bu değerlendirmelerinde en çarpıcı olanları; Hakkari’de yaşayan herkes, bir cezaevinde yaşama şartlarına uygun bir ortamda olmalarından bahsetmesi idi. Birde göç eden ailelerde göç travmalarının şiddetli yaşanmalarına dair değerlendirmeleri çok çarpıcı idi. Her şeye rağmen insan onuruna yakışır bu çalışmaları yürekten kutluyorum.

Bu raporun amacı Aylin hanımın ifadesi ile orada yapılan saha çalışması sonrası edinilen psikanalitik gözlemlerden oluşmaktadır ve halen bu ilde yaşayan insanların ruhsal durumuna bir pencere açma amacı taşımaktadır. Aylin Hanımın Raporunu görüşlerinize yorumlarınıza sunuyorum.

“Hakkari ilinde yaşayan herkesi, bir cezaevinde yaşıyor gibi düşünebiliriz. Hakkari’li Kürtler, orada çalışan görevli polisler, bütün devlet çalışanları ve askerler de dahil olmak üzere. Coğrafi konum olarak da bu metaforu çok destekleyen bir konumda Hakkari. Şehre tek yerden giriş ve çıkış var. Her girişinizde kimlik kontrolü yapılıyor. Birkaç yerde durmanız gerekli. Yani Türkiye’nin herhangi başka bir şehrine girdiğiniz gibi giremiyorsunuz. Taa başından bu gergin(korku hissi, endişe, acaba ne olacak beklentisi..) ortamı hissetmeye başlıyorsunuz. Bir huzursuzluk içinizde başlıyor. Şehrin giriş yolları, şehirlerarası yollar ve şehir içindeki yollar bir şehre yakışır şekilde değil. Kasaba yolu gibi. Minübüsle gidiyorsunuz ve bir çok yerde yol asfalt değil. Türkiye’nin diğer şehirlerarası yollarında olduğu gibi yol kenarında temiz, ferah mola yerleri yok.

……….

Hakkari`de yaşayan halkın çoğu Kürt. Kürtlerin neredeyse yarısı çevre ilçelerden ve köylerden göç ile gelmişler. Geri kalan da kamu kurumlarında çalışan personelden oluşuyor. Caddede yürürken etraftan duyduğunuz dil Kürtçe. Görüşme yaptığımız ailelerin kadınlarının belli yaşın üstündekileri hiç Türkçe bilmiyorlardı ve bu kişilerle tercüman aracılığıyla görüşme yapmak zorunda kaldık. Böyle bir toplumun üstünde şehre bakan böyle bir yazı, şehirdeki Türklerin kendilerini güvende hissetme ihtiyacını karşılarken, Kürtlerin ise kendilerini yokmuş, aşağılanmış gibi hissetmelerine neden oluyor.

Şehrin içinde bir ana cadde var. Adı başka ama ona “Mecburiyet Caddesi” diyorlar. Çünkü herkes bu caddeye mecburmuş. Burada bir aşağı bir yukarı gezme durumu var. Biz de kaldığımız süre içinde bu caddede tam da böyle yaptık. Bu caddeye mecbur kaldık. Diğer caddelerde çok az yürüdük veya araç kullandık.

Belediye, valilik binası, büyük emniyet binası hep bu caddenin civarındalar. Evler, mahalleler daha çok bu caddenin üst ve altına dağlara doğru dağınık halde yerleşmişler. Gece dışarıda gezmememiz tembihlendi bize. Bazı mahallelere giderken arabaların uymaları gereken kurallar var. Örneğin farlarınızı kapatıp, araba içindeki ışıkları yakmalısınız, yavaşlamalısınız gibi. Kendi evinize giderken günde kaç defa giderseniz gidin bunu yapmak zorunda olduğunuzu düşünün.

…..

Görüştüğümüz her aile ve konuştuğumuz her Hakkari’li kişinin ailesinde muhakkak bir veya daha fazla kayıp var. Faili meçhuller, cezaevine girenler veya PKK’ye katılarak kaybedilen yakınlar. Oğullar, kızlar, dayılar, kardeşler, babalar, yeğenler… Bu kayıpların hiç biri de olağan şekilde değil. Hakkari’de görüştüğüm kişiler bu durumu da normalleştirmeye çalışıyor ama aslında hiç biri de bunu başaramıyor. Bu kayıpları olağan yas süreci içinde yaşayamıyorlar ve çok acı çekiyorlar. Cezaevine girenlerin ailelerinin kafasında yakınlarının suçları net değil, neden tutuklandıklarını bir kısmı bilmiyor(bir kısmı somut anlamda bilmiyorlar, kendilerine bilgi verilmediklerini söylüyorlar, bir kısmı gösterilen nedene inanmıyor, inanmamayı seçiyor) ve ihanet etmedikleri (bir ihanet söylemi var) halde neden başlarına bunun geldiğini anlayamıyor ve kaos içinde kalıyorlar. Faili meçhullerde ise kaybedilen kişiden bir daha hiç haber alınamaması, akibetinin ne olduğunun bilinememesi, ve bir sürü kuşkunun içine düşülmesi var. Bazı faili meçhullerde kaybedilen kişinin ölü bedeni ortaya çıkmış ama çoğunda bir belirsizlik var. PKK’ye katılım da bir tür kayıp gibi yaşanıyor. Giden bir daha gelmiyor ve bir anlamda ölüme gidiyor, ama hiç olmazsa bir süre daha hayatta kalabilir umudu var ve bir de sanki öylesine ölmektense bu seçenek ölümlerine bir anlam katıyor. Çaresiz kalınınca(örneğin birkaç kez tutuklanıp, kendi geleceğini bu devlet içinde göremeyince) kaos içinde, en son çare bu örgüte katılmak gibi görülebiliyor. Bütün bu kayıplarda sürekli kaybedilen kişinin başına daha kötü bir şey geleceği endişesi de acı ve kaygıyı canlı tutan nedenler arasında yer alıyor.

Kayıpların normal psikolojik süreç içinde yasının tutulamaması (patolojik yas) sonucunda acı katlanarak, artarak devam ediyor. Halen bu kaygı ortamı içinde yaşamak durumunda olmak da eklenince tamamıyla, ana-babalarda, yetişkinlerde bir ruhsal ölüm, psikolojik olarak felç olma, ilerleyememe halinden söz edebiliriz. Bu yaslar katlanarak, patolojik şekilde hemen her ailenin belini bükmüş ve onları kolsuz bacaksız bırakmış durumdadır.

Göç eden ailelerde, göçün çok ağır travmaya neden olduğunu söylemek mümkün. Özellikle göç eden kuşak, geçmişe ciddi bir özlem içinde. Köylerde yaşadıkları zaman gündüz asker, gece de PKK baskı altında tutarmış. Devlet tarafından bazıları korucu olmaya zorlanmışlar. PKK’de kendilerine yardım etme konusunda baskı yaparmış. Bir gece içinde bütün hayvanlarını, eşyalarını, evlerini, çok eski büyük kökü olan ceviz ağaçlarını, yani aslında köklerini bırakıp gelmişler. Köklerinden koparılma duygusu başlı başına çok önemli bir travmadır. Bugün köye dönüş konusunda bazı projeler var ama, halk hala köye dönemeyeceğini, dönmeyi deneseler ise yine olaylar çıktığında orada yaşamalarının mümkün olmadığına inanıyor. Zorunlu göç eden kuşakta köylerine dönme arzusu var ama dönebileceklerine inanmıyorlar sonraki kuşak ise kaosun içinde kaybolmuş durumda, Hakkari içinde kendi yerlerinden emin olamadıkları gibi, kökenlerinin olduğu köy de onlar için belirli bir yer değil ve çok uzakta. Hakkari’ye zorunlu göç ettirildikten sonra bu aileler ciddi ekonomik ve barınma sorunları yaşamışlar ve halen bu sorunlar çok ciddi şekilde devam etmekte. “Taş atan çocuklar” adı ile nerdeyse özdeşleşen çocukların çoğu, göç eden mahallelerde yaşayan ailelerden geliyor. Bu isimle özdeşleşmeleri de çok ilginç. Çocuklar bu ortam içinde geleceklerini göremedikleri gibi , geçmişlerini köklerini de göremiyorlar ve sanki o bağı da kaybetmişler gibi. O kadar kaos içinde kaybolmuşlar ki sanki tek belirgin şey buymuş gibi...taş atmaları yani...

Göç eden kürtler, dağlardan, yaylalardan koparılıp bu şehre tıkılmışlar gibi. Devlet kadrosunda çalışan Türkler de sanki buraya sürgüne gönderilmişler ve süre dolduruyorlar gibi. Hakkari’de yaşayanlar şehir içinde bir sürü kurala uymak zorundalar (gece dışarı çıkmak tehlikeli, mecburiyet caddesine mecbur durumdalar, sosyal uğraşlar yok denecek kadar az-sinema, tiyatro vs). Yani toplumun her kesimi buraya tıkılmışlık hissi içinde. Tıpkı bir cezaevindeki gibi.

Gerçekte olanlar, inanılanlar, olması istenenler hepsi birbirine karışmış durumda Hakkari’de.

Bu cezaevinde yaşayan insan toplumunun, temelinde can güvenliklerinin olmayışı ve böyle gergin ortamda yaşamaları nedeniyle bir psikolojik gerileme(regresyon) içinde olduğunu söyleyebiliriz. Bu tür gerileme içinde olan topluluklarda bölünme, şüphecilik, şiddet eğilimi, eylem artışı, bireysel kimliğin belirsizleşmesi vs. gibi psikolojik mekanizmalar devreye girer. Hakkari’de halkta, Türk, Kürt, Kürtler’de göç eden, yerli, Türkler’de polis, asker, valilik, hakimler, savcılar vs. şeklinde bölünmeler mevcut. Herkes herkesden şüpheleniyor. Bunun gerçekci zemini olmakla birlikte bu gerçekci zemini kat be kat aşan kuşkucu bir psikolojinin de ortama hakim olduğunu gözlemledim. Örneğin, insanların bir kısmı polisin onları ne zaman içeri alacağını bekliyor, polis de onların ne zaman suç işleyeceğini.. Bunun da gerçeğe oturan bir kısmı var (çünkü KCK’lar ile halk polisin kendini çok basit suçlar için tutukladığına ve çok ağır cezalar verildiğine inanıyor. Taş atma suçu ile ergen çocukların yıllarca hapis cezaları alması gibi örnekler oldukça sık), ama psikolojik kısmı kat be kat fazla. Sürekli böyle bir ortamda yaşadığınızı düşünün. Bu psikolojik gerileme ve ağır kaygı içinde ne zaman tutuklanacağınızı bilmiyorsunuz, adalete güvenmiyorsunuz, sizi koruyup kollayacağını düşündüğünüz polisin size saldıracağına inanıyorsunuz vs. Yani yaşadığınız yer, yaşam beklediğiniz yer size biraz da olsa yaşam veriyor ama çok ağır acılarla birlikte ve cezaevi koşulları içinde.

Örneğin oğlunu kaybeden bir anne-baba düşünelim (PKK’ye katılmış veya cezaevine girmiş). Bu aile onu nasıl kaybettikleri, geri dönüp dönmeyeceği, neden kaybolduğu, bir suç mu işlediği, masumken mi içeri alındığı vb. bir sürü soruya yanıt bulamıyor, oğullarını ziyaret edemiyorlar(ekonomik ve/veya yasal nedenlerle). Tam bir çaresizlik duygusu, acı, öfke içeren komplike bir yasa gömülmüş durumdalar. Bu ailelerin önce zorunlu göç bir kollarını ve bacaklarını felç etmiş, sonrada ağır patolojik yaslar bedenlerinden geri kalanları kullanamaz hale getirmiş. Burada bir psikolojik felçten, bir ruhsal ölümden söz etmek mümkün. Bu ailelere doğan ve bu ortamda büyüyen çocukları düşünelim şimdi. Kolları olmayan bir annenin bir çocuğu kucaklaması ne kadar zorsa , bu acı içindeki ailelerin , annelerin kendi çocuklarını psikolojik olarak kucaklaması sarıp sarmalaması da o kadar zor.

Hakkari’de geniş aileler var. Bir çocuğun bu geniş ailede birden fazla annesi, birden fazla babası olabiliyor. Aşiret geleneği de bunu destekliyor. Bunun olumlu olduğu gibi, olumsuz etkilediği durumlar da var. Birden fazla anneniz varsa (abla, yenge, anneanne, babaanne vs..) annenizde bir sorun varsa diğerlerinin kısmi varlığı kişiyi ağır patolojilerden koruyabilir. Ama esas annenin psikolojik kucaklaması gibi tam bir kucaklamayı, yerine geçen annelerin de tam anlamıyla yapması zor ve/veya neredeyse imkansız. Yani biri sizi tam kucaklayamıyor ama , onun yerine birden fazla kişinin biraz dokunmalarıyla idare etmek-yetinmek durumunda kalıyorsunuz. Annesinin ve diğer birçok yakınının felç olduğu, ruhsal ölüm içinde olduğu bir ortamda bir çocuk ne yapar?

İnsan olmak için hepimiz başka insanlara ihtiyaç duyarız. Büyürken babamız gibi oluruz ve yine babamız gibi olmayız, annemizden bazı özellikleri alırız ve yine annemizden özellikle bazı özellikleri almayız. Kendimizi oluştururken çevremizdeki bakım verenler bize bir anlamda ayna tutarlar. Bu aynaya bakarak kendi biçimimizi, kim olduğumuzu anlamaya ve kendimizi oluşturmaya çalışırız. Ama evdeki bütün aynalar kırıksa, kendinizi göremezsiniz veya çarpık görmeye başlarsınız, bu dayanılmaz bir acı ve kaotik bir duygu yaşatır. O zaman dışarı gidersiniz, komşunun aynasına veya sokakta ne bulursanız (su birikintisi, başka kırık, puslu aynalar)bakma ihtiyacı içine girersiniz. Hakkari’deki son 20-25 yıl içinde bu ortama doğan çocuklar aslında kendilerini görmek için bir ayna arıyorlar. Evde yakınları yas içinde, ruhsal ölüm içinde. İşin en üzücü tarafı, evin dışındaki seçenekler de pek iç açıcı değil. Seçenekler PKK’ye katılma veya polis. Evin dışında polisi görüyor. Ama polis de insan şeklinde değil, panzer şeklinde. Yani saldıran bir şeyle bu çocuklar özdeşim yapıyorlar. Bu aynaya bakıyorlar ve bir anlamda canlı mı diye taş atıyorlar. Panzerlerde onlara “canlı” olarak cevap veriyor. Ama bir sıcaklık, şefkat, koruma içeren anne- baba canlılığı değil de saldırganlık içeren bir canlılık bu. Bu çocuklar bu boşluk-karanlık, kaybolmuşluk içinde, polisi bir tür can simidi gibi görmekteler. Ama öyle bir simit ki zarar verici, döven, hırpalayan ama yine de karanlıktan , kaostan yeğ tutulan bir simit. Polisle bu tarz bir çatışmaya girdiklerinde bir de kimlikleri oluyor. Saldırganlıkla, öfke ile özdeşim yapan bu çocukların, bunun yanına başka şeyleri (iyicil, besleyici, onarıcı) ne kadar koydukları çok önemli. Çünkü tam da bunların toplamı onların gelecekte nasıl bir insan olacaklarını belirleyecek. Yani saldırganlıkla, öfke ile başbaşa kalırlarsa, onlar yetişkin olduklarında başkalarına verebilecek başka şeyleri olmayacak.

Kürtlerin ambivalan(iki değerli) duyguları çok belirgin. Devleti iyi görüyorlar ve kendilerini beslemesini bekliyorlar, ama bir taraftan da kendilerine acı çektirerek bunu yapacağını düşünüyorlar. Bir oğlu askerde, diğer oğlu PKK’ye katılmış veya cezaevinde olan çok sayıda aile var. Sanki önce devletten bekliyorlar ama vermediğini düşünüp 2. seçeneğe gidiyorlar. Bir babanın iki çocuğundan kötü davranılan, ihmal edilen, dövülen çocukları gibi algılıyorlar kendilerini. Ama baba aynı baba.

Kepenk kapatma da sembolik olarak mazoistik bir eylem. Çünkü bütün şehir kepenk kapattığında en fazla zararı, ihtiyaçlarını karşılayamayan halk ile malını satamayan esnaf görüyor. Devlet erkanı bu eyleme karşı kendi önlemlerini almış durumda. Yani bu eylemler sırasında susuz ekmeksiz kalmıyor. Ama halkın kendisi kalıyor. Bir tür küsme gibi, kendini aç bırakma gibi bir eylem. Bir çocuğun kızdığında yemek yememesi veya konuşmaması gibi.

PKK’de iken öldürülen yakınları geldiğinde toplu taziye evi tutuyorlar. Bir kaç kişi birden defnediliyor. Yası toplu tutuyorlar.

Yani bu toplumsal psikolojik gerileme nedeniyle kürtlerin bireysel kimliklerinin belirsizleştiği ve grup kimliğine sığındıklarını söylememiz mümkündür. Toplu taziye evi, toplu taş atma eylemleri, toplu kepenk kapatma eylemleri bunların en tipik örnekleridir.

Felç olma hali ve ruhsal ölüm nedeniyle kurban olma psikolojisi de kürtlerde grup kimliğinin önemli bir parçası haline gelmiş. Her şeyi devletten beklemeleri, sürekli devleti suçlamaları vs..

Polis grubu ise ezici, saldırgan, cezalandırıcı olarak algılanıyor (Bu çalışmada polisler ile görüşme yapılmamıştır. Bu gözlemlerin netleştirilmesi için bu önemli çalışmanın da yapılması gerekmektedir). Bence polisler de bu taraf ile özdeşim yapmış durumdadır. Onlardan da zarar görenler olduğunu duydum (Kafa travması geçirenler, bir gözünü kaybeden polis gibi). Polisler de aynı cezaevinde korku içinde bir gerileme halindeler. Bu gerileme nedeniyle onların da bireysel kimlikleri belirsizleşiyor ve suçluluk duygusu içinde, toplu olarak saldırgan, saygısız, aşağılayıcı vs. rolüne giriyorlar ve kürtler tarafından böyle algılanıyorlar. Bireysel olarak bu kişileri tanıdığımızda bu görünümlerinden çok farklı olabileceklerini tahmin etmek zor değil ancak bu ortam içinde bu tarz bir gerileme ile ezici, aşağılayıcı grup kimliğinin öne çıktığını söylememiz mümkün.

Devlet erkanında da aynı korku ve gerileme gözleniyor. Örn; bir sürü devlet büyüğünün onlarca koruma ile dolaşması gibi.

Ben de Hakkari’ye girdiğim andan itibaren içimde bir korku hissetmeye başladım, başka zaman olsa anlamsız bulduğum bir sürü kural benim için de çok önemli oldu ve uymaya çalıştım. Bir süre sonra benzeri kuşkuculuğun bizim ekipte de hissedilmeye başladığını farkettim. Konuştuğumuz, görüşme yaptığımız kişiler bizim tarafımızı biz de onların tarafını anlamaya çalışıyorduk sanki. Yani bu ortama kim girerse girsin bu gerilemenin dışında kendini tutması neredeyse imkansız hale geliyor.

Asker her tarafın en güvendiği kesim gibi. Hakkari’nin dışında, şehrin içinde değil gibi hissediliyor. Kürtlerde, devlet erkanı da askere güveniyor. (Bu bölümün de daha netleştirilmesi için askerlerle de görüşmeler yapılması gerekmektedir).

Hakkari’de bir tür anahtar-kilit ilişkisi oturmuş durumda. Bir taraf ezilen, tanınmayan, kurban, acı çeken durumunda, diğer taraf ise acı çektiren, ezen, kurban eden, tanımayan durumunda.

Başka bir ilişki biçiminin bu ilde yerleşmesi çok önemli ve gerekli görünüyor. Ancak başka bir ilişkinin tohumunu atmadan, onun tutup yeşerdiğinden emin olmadan, var olan anahtar-kilit ilişkisinin bırakılması da çok zor ve zaman isteyen bir süreci gereksinmektedir.

İlk elde yapılacaklar olarak, Kürtlerin kimliklerinin tanınması (dilleri, eğitimleri vs.), aşağılanmanın durdurulması(polis-devlet ezici, zarar verici, cezalandırıcı sert baba yerine, koruyucu, destekleyici, adil, eğitici, yapıcı, otoriter bir babaya dönüşmeli), Hakkari’nin cezaevi durumundan çıkarılması ( Yüksekova’ya havaalanı ve yeni yollar yapılacağı haberini aldık), çevresi ile ilişkilerinin artırılması, halkın tekrar dağlarını yaylalarını istedikleri gibi kullanmalarının sağlanması, ekonomik gelirlerinin düzelmesi konusunda çalışmalar yapılması ( tekrar hayvancılığın canlandırılması gibi yine kendi bildikleri işleri yapabilecekleri ortamların oluşturulması), yas içinde olan anne-babalara destek verilerek, çocukların onları geri kazanmaları için olanaklar oluşturulması sayılabilir. Bunun ayrıntılandırılması ayrı bir çalışma konusudur.

Ama yeni bir tohum ekmek ve onu yeşertmek için bunlar başlangıçta işe yarayabilecek adımlar olarak değerlendirilebilir. Bu ortam içinde yetişen bu çocuklara yastan, ölülükten, depresyondan, kaostan başka, farklı, yeni iyicil bir seçenek sunmak için bu çabaya değeceğine hiç kuşku yoktur. Orda yaşayan kürtlerin kimliklerinden ezilmeyi, kurban olmayı çıkarmaları, dağların güzelliğini, ters laleyi, üretkenliği, kendi renklerini daha canlı yapmaları (kadınların giysileri çok renkli ve şık) için yeni yollar bulmalıyız.”

Bu Rapor aslında şunu gösteriyor. Türkiye’nin kalkınmasında insanlarımızın daha güven ortamı içinde yaşamaları sağlamaktan geçtiği gerçeğini. Ayrıca buna benzer raporların Türkiye’nin her ilinde ilçesinde yapılması gerekiyor. Çünkü travma yaşayan( farklı konularda..)çok ama çok ilimiz var. İnsan duygusal bir varlıktır. Duyguların unutulduğu her türlü çözüm aslında çözümsüzlüktür. Amacım Bu raporla birlikte sorunların birazda kök nedenlerine inildiğinde psikolojik nedenlerin daha hakim olduğunu görmekteyiz. Sağlıksız bir ortamdan sağlıklı neticeler alınması mümkün değil..

3 Eylül 2010 Cuma

İnsan mı? Hayvan mı? Üstün..

İnsan mı? Hayvan mı? Üstün..

Hadiseye şu şekilde bakmak gerekiyor yüce yaratıcı hem insan hem hayvan konusunda ne buyurmuştur. Kuran’ın en iyi uygulayıcısı Peygamber efendimiz (s.a.v) Hayvan hakları konusundaki yaklaşımları nasıl olmuştur bir bakalım.

Kuran en’am, suresinin 38. ayetinde Yeryüzünde yürüyen hayvanlar ve (gökyüzünde) iki kanadıyla uçan kuşlardan ne varsa hepsi ancak sizin gibi topluluklardır. Biz o kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Nihayet (hepsi) toplanıp Rablerinin huzuruna getirilecekler.”

“Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten (söz) dinleyeceğini yahut düşüneceğini mi sanıyorsun? Hayır, onlar hayvanlar gibidir, hatta onlar yolca daha da sapıktırlar.” Furkan 44

Bunlara benzer çok ayetler olmasına rağmen bu iki ayetle yetineceğim.. Allah(c.c) yarattıklarına bu zaviyeden bakarken. Bizler yıllardan beri hayvanları hiçe saydık, küçük gördük, hakir gördük, Sürece bakıldığında; bir çok kötü örneklemelerle, sözlerle, atasözleri ile günümüze kadar gelen hayvan algısı hiçte kurani manada, peygamberi manada hiçte insani manada olmadığını hepimiz görüyoruz. Sizce ne olmuştur da insanlık bu kadar hayvanlara karşı zalim olmuştur. Hayvanlara ve doğaya her türlü katliamı yapmayı kendisine hak görmüştür.

Kuran’ı en iyi anlatan, yaşatan, peygamber efendimizin(s.a.v) söylediklerinden ve uyguladıklarından anlaşılanın Mustafa Bektaşoğlu Diyanet dergisinde çıkan yazısında nasıl tarif ediyor bir bakalım. “Dinimiz, hayvanlara karşı nasıl davranılması gerektiğini hadisi şeriflerde güzel bir şekilde anlatmaktadır. Hayvanlara gösterilmesi gereken merhametten, eziyet ve hakareti yasaklamaya; onları sevip okşamaya, gıda ve temizliklerine ihtimama, yavrularının bakım ve korunmasına kadar hiçbir şeyi ihmal etmemiştir.

İslâm dininde bütün mahlukata şefkatle muamele yapılması bir görevdir. Bilhassa hayvanlara zulüm edilmeyip iyi bakılması lazımdır. Hayvanları pek çok yormamalıdır, dövmemelidir. Hayvanlara zulmün cezası ağırdır. Çünkü hayvanların Hak Tealâ'dan başka yardımcısı, koruyucusu yoktur. Hayvanların riayet edilecek hakları vardır. Yiyeceklerini, içeceklerini vaktinde vermek, tımarlarına bakmak, haklarında rıfk ile, merhamet ile muamelede bulunmak lazımdır. Her cins başka bir hizmet için yaratılmıştır.” (Mustafa Bektaşoğlu Diyanet dergisi aralık 1999 sayı 108 http://www.diyanet.gov.tr/turkish/DIYANET/ara99/gundem2.htm)

Hadislerde hayvan hakları konusunda ısrarlı bir şekilde vurgulanan husus, onların yaşama haklarıdır.

İslam dini bırakın fiziksel olarak yapılan baskı ve zumlu, hayvanlara yapılan manevi bir baskıyı bile kabul etmiyor.

Osmanlıda Şeyhulislâm Zenbilli Ali Efendi, zamanın en büyük âlimlerindendi. Herkes tarafından sevilir ve sayılırdı. Sık sık toplantılar düzenler sohbetler yapardı.. sohbetlerinin birisinde şu şekilde bir diyalog gelişir.

- Hocam, en çok hangi kuşları seversiniz?

- Ben sadece kuşları değil, bütün hayvanları fazlasıyla severim.

- Peki hocam, insanlarla alâkalı ne düşünüyorsunuz?

- İnsanları da severim; ama hepsini değil. Hayvanların hepsi sevilmeye lâyık oldukları halde, insanların hepsi sevilmeye lâyık değildir. Bazı insanlar davranışlarıyla hayvanlardan daha aşağı düşerler.

- Sizce insan mı hayvandan üstün, yoksa hayvan mı insandan?

- İnsanlar hayvandan üstün yaratık olmalarına rağmen, hayvanların da insandan üstün tarafları vardır. Meselâ onların içinde hiçbir müşrik ve münkir, hiçbir yalancı-dolandırıcı ve sahtekâr yoktur!

Sizce ne oldu da toplumumuz hayvanlara karşı bu kadar acımasız bu kadar vurdum duymaz oldu. Doğa ve hayvanlarla ilgili konunun referans kodları genel olarak aldığı toplumsal ve aileden gelen eksik bilgilerle oluştuğundan hadi halkımızda algı problemleri var diyelim. İslami bilgisi olanlar, İslami hassasiyetleri olanların hayvan hakları konusunda dinin bu kadar öğretisi olmasına rağmen, vurdumduymaz olmasını anlayamıyorum.

Ayrıca yasaları uygulamakla mükellef olan yöneticiler. Hadi diyelim vicdanları ve toplum baskısı onları olumsuz kararlar almasını sağlıyor. Ancak birde uygulamakla yükümlü oldukları 5199 sayılı HAYVANLARI KORUMA KANUNU var. Bu Kanunu uygulamamakla aslında sizce suç işlemiyorlar mı? Ne dersiniz.?